Av. Muhammed Alparslan BUDAK
GİRİŞ
Devletlerin tanınması, uluslararası hukukta en çok tartışmalı konulardan biridir. Çalışmamızda uluslararası hukukta devletlerin tanınması ve tanınmayan devletlerde vatandaşlık sorununa değineceğiz. Bağımsızlık iddiaları ile birlikte bağımsızlık bildirgesi yanınlanıdr. Bu ilanın ardından kurulan devlete ilişkin devletin tanınmasına yönelik tartışmalar söz konusu olur. Kendi kaderini tayin etme hakkının kimde olduğu, hangi koşullarda kullanılacağı tartışma konularından biridir. Bununla birlikte kendi kaderini tayin hakkı, dışsal boyutu bakımından sık sık gündeme gelmektedir.
I. ULUSLARARASI HUKUKTA DEVLETLERİN TANINMASI
1. Kendi Kaderini Tayin Hakkı
Yabancı güçlerin boyunduruğu altında yaşamama arzusu, farklı etnik gruplara sahip devletlerde gerginliğe yol açmıştır. Kendi kaderini tayin hakkı, kendi geleceklerini belirlemek için dış baskı ve tahakküme maruz kalan gruplar anlamına gelir. Farklı grupların bir devlet çatısı altında bir arada yaşaması, her zaman bu grupların farklılıklarını yitirdiği anlamına gelmez. Kendi kaderini tayin hakkı, bir halkın hayatta kalmasının garantisidir. Tabi olacağı siyasi statüyü belirlemek ve doğal kaynaklarını kullanabilmek için insanların var olabilmeleri, var olabilmeleri için dillerini konuşabilmeleri ve kültürel özelliklerini bulundukları topraklarda sergileyebilmeleri gerekir[1].
Bir devletteki bağımsızlık hareketlerinin temelini ve bir devlette yaşayan farklı etnik grupların taleplerini incelediğimizde, kendi kaderini tayin hakkı ile karşılaşıyoruz. Çok yönlü bir kavram olan kendi kaderini tayin hakkı, insan haklarıyla yakından ilgilidir. Kendi kaderini tayin hakkı üçüncü nesil bir haktır. Kendi kaderini tayin hakkının amacı, onları yabancı baskı altında yaşamaktan kurtarmaktır. Benzer şekilde, uluslararası insan hakları, bireylerin baskı altında yaşamalarını engellemeyi amaçlamaktadır. Uluslararası insan haklarının korunması, bu bireylerin topluluklarını içerir. İnanç özgürlüğü, örgütlenme ve toplanma özgürlüğü, bireylerin gruplar halinde kullandıkları özgürlüklerdir. Ayrımcılık yapılmadan yaşamak gibi azınlık hakları da grupların hayatta kalması için önemlidir. Kendi kaderini tayin hakkı, yukarıda listelenen hakların kullanılmasını sağlamak içindir[2].
Kendi kaderini tayin hakkı ile ilgili olarak, başlangıçta bu hakkı talep edecek topluluğun yalnız bırakılması gerektiği tartışıldı. Kendi kaderini tayin etme arayışı ortaya çıktığında, iktidardaki iktidara yardım etmek, kendi kaderini tayin hakkına aykırı olacaktır, tıpkı bu mücadeleye katılanlara yardım etmenin devletlerin toprak bütünlüğü ilkesine aykırı olacağı gibidir. Bu durumda taraflar tamamen yalnız bırakılmalıdır. Günümüzde kendi kaderini tayin iddiaları ve bundan kaynaklanan sorunlar uluslararası bir hukuk sorunu olarak algılanmakta ve BM gibi birçok kuruluş kendi kaderini tayin hakkı üzerinde çalışmaktadır[3].
1.1. Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkı Sahibi
Belirli bir bölgede yaşayan diğer gruplar ve komşuları, bu grubun kendi kaderini tayin etme iddiasından en çok etkilenenlerdir. Gruba üyelik, grup üyelerinin doğmuş olması, grubun kültürünü paylaşması gibi nedenlerden kaynaklanan karşılıklı bir kabul durumunu gerektirir. İlgili grup üyeleri, ortak özellikleri sayesinde diğer bireylerden ayırt edilebilir. Halkların genel olarak kendi kaderini tayin hakkına sahip olduğu belirtiliyor. İnsan kavramının ne anlama geldiğine dair tatmin edici bir tanım yoktur. Halk olmaya vurgu yapılan kültür, dil, din, toprak gibi unsurlar etnik grupların, milletlerin, ulusal veya etnik azınlıkların halk olma potansiyeline sahip olduğu yorumlarına neden olmaktadır. Bu çerçevede etnik kategori, millet, kişi gibi kavramlardan nelerin anlaşılması gerektiğine açıklık getirmek gerekiyor[4].
Milliyetçilik, aynı eyalette yaşayan diğer gruplara kıyasla bir etnik kategoriyi baskın grup yapmak olarak tanımlanmaktadır. Günümüzde etnik açıdan homojen bir yapıya sahip toplumlara rastlanmamaktadır. Millet, din, toprak ve dil gibi unsurların yanı sıra kan bağı kullanılarak tanımlanabilir[5].
1.2. Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkının Sağladığı İmkanlar
Bazı halklar, bir devletten ayrılarak bağımsız bir devlet kurmak için kendi kaderini tayin hakkını, bazı halkları ise özerkliğe kavuşturmak için gündeme getirmişlerdir. Kendi kaderini tayin hakkı, insanlara siyasi statülerine karar verme özgürlüğü verir. Bu haklar sayesinde halklar ekonomik, sosyal ve kültürel gelişimlerini özgürce tamamlayabilecek ve şekillendirebilecek. Kendi kaderini tayin hakkının iç boyutunun, bölgesel özerklik, bu hak iddia eden grup için özel okulların kurulması ve kültürel konularda serbest bırakılması şeklinde görülebileceği söylenebilir[6].
Kendi kaderini tayin hakkı, insanlara siyasi statülerine karar verme özgürlüğü verir. Bu haklar sayesinde halklar ekonomik, sosyal ve kültürel gelişimlerini özgürce tamamlayabilecek ve şekillendirebilecekler. Kendi kaderini tayin hakkının iç boyutunun, bölgesel özerklik, bu hak iddia eden gruba özel okullar kurulması ve kültürel konularda serbest bırakılması şeklinde görülebileceği söylenebilir. Kendi kaderini tayin hakkının en tartışmalı yönlerinden biri, ayrılığa izin verip vermediğidir. Ayrılık, devletlerin toprak bütünlüğü ve egemenliği ilkeleriyle bağdaşmayan bir durum yaratır. Savunulan bir görüş, ayrılığın kendi kaderini tayin hakkının iç boyutunun doğal bir sonucu olduğudur. Ancak Finlandiya’nın Rusya’dan ayrılmasının ardından Aaland Adaları halkının da Finlandiya’yı terk etmek istemesi, ayrılığın kendi kaderini tayin hakkıyla ilgili sorunların sona ermesinde yetersiz kalabileceğini ortaya koyuyor. Görüldüğü gibi, kendi kaderini tayin hakkı ilk durumda barışın temeli olarak kabul edildi, ikinci durumda ise savaşın nedenlerinden biri olarak kabul edildi[7].
Kendi kaderini tayin hakkının dış boyutu, şüphesiz bir ülkedeki insanların kararlarının hükümet sistemine ve yönetim biçimine kadar olan durumları içeren iç boyuttan farklıdır. Özetle söz konusu hakkın dış boyutu, bir halkın kendisini yabancı yönetim altında yaşamaktan kurtarması ve kendi uluslararası statüsünü belirlemesidir. Gördüğümüz gibi, kendi kaderini tayin hakkı oldukça tartışmalı bir kavramdır. Kendi kaderini tayin hakkı, sömürge düzeni ve yabancı egemenlik durumlarında bir ulusal bağımsızlık meselesidir. Öte yandan, bir halkın ayrımcı tutum ve davranışlara maruz kaldığı durumlarda, ülkedeki siyasi iradenin oluşumuna katılma çabası, siyasi toplulukta grup kimliğine sahip olması durumunda ise, bir egemenlik meselesi. Kapsamı oldukça tartışmalı olan bu kavramı özetlemek bu şekilde anlaşılmasını kolaylaştırır[8].
1.3. BM Kurulmadan Önceki Dönem
Fetih yoluyla arazi ediniminin uluslararası hukuka aykırı olmadığı dönemlere bakıldığında, kendi kaderini tayin hakkının kapsamının bugüne kadar çok farklı boyutlar kazandığı görülmektedir. Bu süre zarfında, başka bir devletin topraklarının kendi ülkesine zorla ilhak edilmesi yasal normun ihlali olarak görülmedi. Bu şekilde güç kullanarak güçlerle mücadele, kendi kaderini tayin hakkı kapsamında değerlendirilmemiştir. Önemli olan mücadele sonucunda kimin kazanacağıydı, bu zafer sayesinde hukuki meşruiyet sağlandı. El değiştirilecek topraklarda yaşayanlara kimi zaman hangi eyalette yaşamayı tercih ettikleri sorulmuş, kimi zaman da tercih ettikleri eyalet topraklarına belirli bir süre göç etmelerine izin verilmiş ve bu durumlarda halk oylaması da kullanılabilir[9].
1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde Amerikan halkı, halkların rızasının hükümetler için önemini vurguladı. Bu deklarasyonla Amerikan halkı artık Britanya tarafından yönetilmek istemediğini ilan etti. Fransız Devrimi sırasında Fransız orduları tarafından ele geçirilen topraklarda halkın rızası aranmış ve bu topraklarda yaşayanların rızası halk oylamasıyla uygulanmıştır. Böylelikle Fransa’da ele geçirilen toprakların meşruiyetini sağlamak için kendi kaderini tayin doktrini kullanılmıştır. Fransız halkı artık Tanrı’dan ve kraldan bağımsız olarak hüküm sürüyordu ve kendi özgür iradeleri adına hareket eden bir hükümete sahipti[10].
- yüzyılda, kendi kaderini tayin hakkı, devlet egemenliği altında kamu hukukunun bir ilkesi olarak karşımıza çıktı. Devlet egemenliğinin kaynağı halktır. İnsanlar, özgür iradelerine göre bir araya gelen insanlardır. Siyasi bir birlik olarak halk kendi kaderini belirlemelidir. Aynı yüzyılın sonunda Almanya’da algılanış biçimine göre kendi kaderini tayin hakkı, yine bir kamu hukuku ilkesidir, ancak devletin doğasında sahip olduğu egemen bir güçtür. Kendi kaderini tayin hakkı, ya bir devletin kendi kaderini tayin etmesi anlamına gelir ya da federe devletlerin bir federal devlet yapısı içinde egemenlik alanlarında sahip oldukları haktır[11].
Bağımsızlık fikirleri, Birinci Dünya Savaşı öncesi Fransız Devrimi’nin de etkisiyle 80. kez Osmanlı İmparatorluğu, Rusya İmparatorluğu ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu etkiledi. Birinci Dünya Savaşı sırasında Sovyetler Birliği’nin kurucusu Vladimir I Lenin ve Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Woodrow Wilson’ın kendi kaderini tayin hakkını vurguladığı görülüyor. Bunu yaparak Lenin, Rus Çarlığını zayıflattı ve sosyalist devrimin başarısını sağladı. ABD ise büyük imparatorlukların dağılmasının yarattığı bu hakkın kendi lehine doldurduğu boşluğu doldurdu[12].
Birinci Dünya Savaşı’nın amacının milliyetler ilkesinin gerçekleştirilmesi olduğu belirtiliyor. Winston Churchill, söz konusu savaşın Avrupa’nın siyasi haritasını değiştireceğini ve bu değişikliğin milliyetler ilkesine göre gerçekleşmesini istediğini belirtti. Birinci Dünya Savaşı’nda kendi kaderini tayin hakkını gündeme getiren Wilson’un konuşması da çok önemli. Wilson’ın 14 ilkesi, açıkça belirtilmese de, kendi kaderini tayin hakkına işaret etmektedir. Kendi kaderini tayin hakkı, ABD ile Almanya arasındaki antlaşmayla kısmi bir uluslararası hukuk normu haline geldi[13].
Wilson’a göre, kendi kaderini tayin hakkı, yönetilenlerin kendi seçtikleri kişiler tarafından yönetilmesine izin verir. Wilson için kendi kaderini tayin hakkının bir anlamı, insanların hükümetlerini özgürce seçebilmeleridir. Wilson, Avrupa’daki devletlerin ulusların istekleri dikkate alınarak yeniden yapılandırılması gerektiğini belirtiyor. Devletlerin sınırlarını değiştiren biri. Lenin, kendi kaderini tayin hakkının devrimci hareketlerin başlaması için bir neden olarak kullanılabileceğini belirtir ve bu hakkın sağladığı olanaklar arasında şiddetin bir araç olarak kullanılması olduğunu kabul eder. Ancak Wilson, ilke olarak ortaya koyduğu kendi kaderini tayin hakkının uluslararası hukuka uygun olarak kullanılmasından yanadır.
1.4. BM Dönemi ve Günümüz
MC’nin yasal varlığı 1946’da sona erdi ve BM benzer özelliklere sahip yeni bir yapı olarak kuruldu. İkinci Dünya Savaşı sırasında, 14 Ağustos 1941 Atlantik Şartı ve 1 Ocak 1942 tarihli BM Deklarasyonu kabul edildi ve devletler bazı ortak ilkeler etrafında birleşme niyetlerini açıkladılar. Almanya, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ve İtalya ile savaşan ülkelerin kabul ettiği 1942 BM Bildirgesine göre can, bağımsızlık ve dini özgürlüklerin korunması gerekiyor. BM, sömürge yönetimine tabi bölgelerdeki halkların kendi kaderlerini tayin etmesi için çeşitli çalışmalar yürütmüştür[14].
Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın on birinci bölümünde yer alan “Muhtar Olmayan Ülkeler Hakkında Açıklama” başlıklı yetmiş üçüncü maddede bağımsızlıktan hiçbir şekilde bahsedilmemiştir. “Uluslararası Vesayet Rejimi” başlığındaki yetmiş altıncı maddeye göre, vesayet altındaki ülke ve halkların hem kendi kaderlerini belirleyebilmeleri hem de bağımsızlıklarını kazanmaları mümkün hale getirilmiştir. Bu durumda BM Antlaşması’nın sadece vesayet rejimine tabi ülkeler için kendi kaderini tayin ilkesini kabul ettiği iddia ediliyor. Bu konuda yapılan yorumlarda genel olarak şu noktaya varılıyor: Vesayet rejimine tabi ülkeler İkinci Dünya Savaşı’nda mağlup edilen bölgeler ve muhtarsız bölgeler, galip devletlerin sahip olduğu bölgelerdi. Bu nedenle vesayet rejiminde bağımsızlık gündeme getirilirken, diğer durumda böyle bir durumdan söz edilmiyor[15].
2. Tanıma Kavramı
Uluslararası hukukta tanınma, uluslararası bir hukuk konusunun, kendisi dışında ortaya çıkan belirli bir durumun hukuken geçerli olduğunu beyan etmesi ve hukuki ilişkilerini bu kabul doğrultusunda şekillendireceği anlamına gelir. Kısaca tanıma, uluslararası hukukun mevcut konularının yeni bir uluslararası hukuk konusunun varlığının kabulüdür. Tanıma işleminin tek taraflı bir işlem veya uluslararası bir anlaşma yoluyla yapılabileceği kabul edilmektedir[16].
Bir uluslararası hukuk konusunun uluslararası hukuk kurallarından yararlanabilmesi, bu hukuk düzeninin sağladığı haklardan serbestçe yararlanabilmesi, bu haklarını uluslararası yargı organları nezdinde savunabilmesi ve yüklediği yükümlülükleri kolaylıkla yerine getirebilmesi için tanınması gerekir. Aşağıda ayrıntılı olarak inceleneceği üzere, şimdi tanımanın uluslararası bir hukuk konusunun, özellikle de devletlerin varlığı açısından beyan niteliğinde bir niteliğe sahip olduğu tartışılmaktadır[17].
Devletlerin tanınması üzerindeki beyan etkisi kabul edilirken, Uluslararası Adalet Divanı’nın Nottebohm davasındaki kararının, devletler tarafından bireylere verilen vatandaşlığı, bu durumun diğer devletler tarafından uluslararası hukukta yasallığının tanınmasına bağlaması da önemlidir. Bu durumda, somut durumda tanımanın kurucu etkisi mi yoksa beyan edici etkisi mi olacağı belirleneceği görülmektedir. Ancak, uluslararası alanda hak ve yükümlülüklerin kullanılmasında tanımanın çok önemli bir role sahip olduğu inkar edilemez[18].
Kuşkusuz uluslararası hukukun en önemli konularından biri yukarıda da belirtildiği gibi devletlerdir. Tanınmayan bir devletin uluslararası hukuk konusunun tanınmasına bağlı olup olmadığı aşağıda cevaplanması gereken önemli bir sorudur. Ayrıca uluslararası kuruluşların da uluslararası konuları olduğuna şüphe bulunmamaktadır. Ayrıca uluslararası hukuktaki gelişmeler, uluslararası hukukta özel hukuk kişileriyle ilgili bazı düzenlemelerin yapılmasını sağlamıştır. Ancak, özel hukuk kişilerinin bu düzenlemelere tabi olmaları ancak devletlerin bu düzenlemelere dayalı olarak haklarını ileri sürmelerine imkân tanıyarak mümkün olduğundan, kural olarak özel hukuk kişileri uluslararası hukukun öznesi olarak kabul edilmemektedir[19].
Genelde kendisinden kopuk önceden var olan devlet, yeni oluşuma direnir ve ekonomik ve siyasi izolasyonunu sağlamaya çalışır. Uluslararası hukukta tanınma, tanıyan tarafın belirli bir çıkarı veya çıkarı olduğu anlamına gelir. Örneğin, bu ilgi, bir devletin daha önce sömürgeleştirilmiş yeni bir devleti tanımasında oldukça açık bir şekilde görülebilir. Ek olarak, ilgi veya ilginin bu kadar net anlaşılmadığı durumlar da vardır. Örneğin, bir devlet yeni oluşmuş bir devleti tanırsa, bu yeni durumdan doğrudan etkilenen tanıyan devlet hakkının varlığını gözlemlemek daha zordur. Bununla birlikte, bu son durumda bile, veren devlet, uluslararası topluluğa üyeliği doğrultusunda hak, menfaat veya menfaat temelinde hareket eder[20].
3. Uluslararası Hukukta Devletlerin Tanınması
3.1. Genel Olarak
Yukarıda devletin, belirli bir bölgeye yerleşmiş bir halk topluluğunun oluşturduğu egemen bir varlık olarak tanımlandığı belirtilmişti. Burada devletin üç unsurunun vurgulandığını görüyoruz. Bunlardan ilki insan toplumu, ikincisi toprak ve üçüncüsü egemenlik. Georg Jellinek’in bu tanımına “üç element teorisi” deniyor. Konumuz bağlamında sorulması gereken soru, devletin kurulması ile tanınması arasında bir ilişki olup olmadığıdır[21].
Tanıma, devletlerin yeni oluşumları devlet olarak kabul etme ve onlarla ilişki kurma istekliliğini gösterir. Görünüşe göre tanıma çeşitli yollarla gerçekleştirilebilir. Resmi bir belgede veya diğer birçok konuyu kapsayan bir sözleşme ile belgelenebilir. İki bağımsız devletin hiçbir açıklama yapmadan girebileceği diplomatik ilişkilere girmek, tanıma sürecinin gerçekleştiğini gösterir. Yeni kurulan devlet tarafından gönderilen diplomatik temsilcilerin resmi olarak kabulü veya yeni kurulan devlete diplomatik temsilcilerin gönderilmesi ve konsoloslara bir exequatur verilmesi tanıma anlamına gelebilir. Tanıma, devletin kurucu unsurlarının dördüncüsü olarak mı sayılmalı yoksa bir devlet olarak tanınmamakla alakasız mı olup olmadığı değerlendirilmesi gerekir[22].
Kelsen’in siyasi tanınma ile yasal tanınma arasındaki ayrımına işaret etmek de yararlıdır. Kelsen’e göre yasal tanınma, bilme yeteneğidir ve yasal tanınma olmaksızın niteliklidir. Tanınmanın, bu teorinin savunucuları tarafından bir devletin uluslararası bir kişiliğe sahip olması için gerekli bir koşul olarak algılandığını söyleyebiliriz. Ancak insan toplumu, toprak ve egemenlik kriterlerine sahip bir devletin kurulması, uluslararası hukuk konusu olabilmek için, esas itibariyle siyasi nitelik taşıyan tanınma süreciyle ilişkilendirilmemelidir[23].
Tanınmanın kurucu bir etkisi olduğunu kabul edersek, bazı çelişkili durumların ortaya çıkacağı kesindir. Örneğin, tanınmayan bir devletin ülkesi, sahipsiz bir ülke olarak değerlendirilmez. Ayrıca, tanınmayan devletlerin hava sahasından izinsiz geçilmez. Üstelik kurucu teoriye göre tanınmayan devletlerin karasuları olduğu kabul edilmeyecek, bu devleti tanımayan devletler uluslararası hukuku ihlal etmekte özgür olacaklar. Bu tür durumların uluslararası hukuk açısından yaratacağı sorunlar bize kurucu teorinin yetersizliğini göstermektedir. Kuruluş teorisindeki boşluklardan biri, bazı devletler yeni oluşumu bir devlet olarak kabul ederken diğerleri tanımazsa ne olacağıdır. Siyasi tanınma, önceden var olan devlet olma durumunun bir açıklamasıdır[24].
3.2. Devletlerin Tanınmasında Tarihsel Gelişimi
Devlet sayısının tarih boyunca sabit kalmadığını görüyoruz. Devletler, olaylar sonucunda ortadan kayboldu, birleşti ve bölündü. Sömürge yönetimi altındaki ülkeler, vesayet veya manda altındaki ülkeler bağımsız devletler haline geldi. Bu gelişmeler, uluslararası hukuk alanında tanınma kavramının önemini artırmış ve bu alandaki düzenlemelerin yetersizliğini ortaya çıkarmıştır. Tanıma ile ilgili normlara baktığımızda bu normların uygulamadaki durumlara göre şekillendiğini görmekteyiz. Bu uygulamaları görebilmek için mevcut uluslararası hukuk konularının tarihte oluşan yeni devletlere yaklaşımını incelemek önemlidir[25].
3.2.1. BM Öncesi Dönem
Tarihte devletlerin tanınmasının ilk örneğinin 1581’de bağımsızlığını ilan eden Birleşik Hollanda’nın 1648’de İspanya tarafından tanınması olduğu kabul edilmektedir. . Yeni kurulan bir devletin en temel özelliğinin bağımsızlığı olduğu algısının olduğu görülmektedir. 18. yüzyıl boyunca, bir devletin var olmasının tek koşulu, kendi iç egemenliğini sürdürebilmesiydi. Bu durumda devletin varoluş koşulları arasında tanımanın yer almadığını söyleyebiliriz. 19. yüzyılda tanıma kavramı ile bağlantılı olarak gösterilebilecek örnekler vardı. Bu dönemde Avrupa’nın güçlü devletlerinin karar almalarının Yunanistan ve Belçika’nın tanınmasında etkili olduğu görülmektedir[26].
ABD’nin diğer devletler tarafından tanınması, ancak bağlı olduğu İngiltere’nin bağımsızlığını kabul etmesinden sonra gerçekleşti. ABD’yi tanıma örneği, 19. yüzyılda devletlerin oluşumu ve tanınması açısından iki noktada önemlidir. Birincisi, devletlerin tanınmada güçlü devletlerin izinden gittiği görülmüştür. Örneğin Ragusa, ABD’yi tanımada tamamen güçlü devletler izlemiştir. İkinci önemli nokta, geçmişte bağlı olduğu devletin rızasının ortaya çıkması, bu dönemde devlet olarak yeni oluşumların oluşumunda büyük önem taşıyordu[27].
3.2.2. BM Dönemi ve Günümüz
Yeni kurulan bir devletin uluslararası topluma katılması otomatik değildir. Tanıma yoluyla, mevcut devletler bu yeni oluşumun uluslararası yükümlülüklerini yerine getirme yetenek ve istekliliğine sahip olup olmadıklarına bağlı olarak uluslararası topluluğun yeni bir güvenilir üyesi olup olamayacağına karar verirler. Öte yandan, uluslararası hukukta bir varlığın devlet olma şartlarını yerine getirip getirmediğine veya uluslararası bir hukuk konusuna sahip olup olmadığına karar vermesi gereken uluslararası bir organ olmadığından, uluslararası toplumdaki mevcut devletlerin bu görevi yerine getirdiğini görüyoruz. Ancak bu işlevi yerine getirdiği düşünülebilecek bir kurum olarak BM de göz ardı edilmemelidir[28].
BM Antlaşması’nın dördüncü maddesine göre, BM Antlaşması’nda belirtilen görevleri kabul eden ve bu görevleri yerine getirmeye istekli ve muktedir olduğu BM tarafından belirlenen devletler, bu örgüte üye olmak koşuluyla üye olabilecektir. pasifist. Gördüğünüz gibi, bu madde istekliliği ve yeteneği vurguluyordu. Uluslararası yükümlülükleri yerine getirmeye istekli ve ehliyetli olmak, uluslararası hukuk açısından diğer devletlerle ilişkiler kurmak için çok önemli bir konumdadır. Yeni kurulan devletin bağımsız bir uluslararası hukuk konusu olarak tanınabilmesi için, ayrıldığı devletten veya üçüncü devletlerden bağımsız olarak kendi içinden gelen bu arzunun olması önemlidir.
UAD’nin tavsiye görüşü incelendiğinde, kabul için yerine getirilmesi gerekli görülen koşulların belirsiz olduğu ve BM üyeliği ile bir devletin tanınması arasındaki bağlantının net bir şekilde ortaya konulamadığı iddia ediliyor. Konuyla ilgili olarak BM’nin resmi sayfasında yazılanların da belirtilmesi gerekiyor. Bir devletin tanınmasının yalnızca diğer devletlerin gerçekleştirdiği veya yapmaktan kaçındığı bir işlem olduğu, tanınma ise genellikle diplomatik ilişkiler kurmaya hazır oldukları anlamına gelir. Ayrıca burada BM’nin bir devlet veya hükümet olmadığı, bu nedenle bir devlet veya hükümeti tanıma yetkisinin olmadığı, yeni bir devleti bağımsız devletler örgütü olarak kabul etme yetkisine sahip olduğu veya görevlileri kabul edebileceği belirtilmektedir[29].
BM Antlaşması’nda belirtilen tüm yükümlülükler, özellikle içişlerine müdahale yasağı, güç kullanma yasağı ve üyelerin uluslararası ilişkilerinde tehditler ile bağlantılı olan tüm üyelerin egemen eşitliği ilkesi ilişkilere uygulanabilir. Bu uygulanabilirlik, üyelerin birbirlerini devlet olarak tanımalarına bağlı değildir. BM Antlaşması’nın yedinci bölümünde öngörülen prosedür, bir üyeye baskı yapmasına olanak tanıyan tek prosedürdür. Bir BM üye devleti, üye olmayan bir devletle ve tanınmayan bir devletle ilişkilerinde güç kullanma yasağına da uymakla yükümlüdür. Bu, BM Genel Kurulu’nun 14 Aralık 1974 tarihli Saldırının Tanımı Hakkında Kararında belirtilmiş, ardından yapılan bir açıklamada, tanınmış veya BM üyesi olmasına bakılmaksızın her devletin bu koruma kapsamında olduğu belirtilmiştir[30].
4. Erken Tanıma
Genel kabul gören görüşe göre, devletler tanımayı gerçekleştirirken güç kullanımının yasaklanması ve kendi kaderini tayin etme ilkelerini dikkate almalıdır. Ayrıca devletler, diğer devletlerin içişlerine karışmadan tanıma prosedürlerini yerine getirmekle yükümlüdür. Erken tanıma genellikle silahlı çatışmalar devam ederken ayrılma durumunun tanınması gerçekleştiğinde gerçekleşir. Ayrılmak üzere olan devletin, ülkenin parçası üzerindeki egemenliğini yeniden kazanması, ayrılmasını zorlaştıracaktır. Tanıma süreci, bu devlet ülkelerindeki çatışmaların sona ermesinden sonra, önceden var olan devletin kendisinden kopacağı ve yeni oluşan oluşum üzerindeki egemenliğini yeniden kazanacağı iddiasının ardından gerçekleştirilmelidir. Erken tanınma, yeni devletin terk ettiği devlete karşı yasadışı bir eylem, yani içişlerine müdahale veya savaş nedeni olabilir[31].
Tanıma gücü ve bu işlemin ne zaman yapılması gerektiği bu noktada önemlidir. Yeni bir durum oluştuğunda, bölünme veya ayrılma meydana geldiğinde hassas bir noktadır. Devletlerin yeni kurulan bir devleti tanımadaki gecikmelerinin herhangi bir yasal sorumluluk getirmeyeceğini düşünenler, devletlerin tanınmasının yasal denetimden yoksun bir siyasi eylem olduğu fikrine güveniyorlar[32].
Erken tanıma, ayrılan devletin rızası olan durumlarda veya bir eyaletten ayrılmanın olmadığı durumlarda nadiren gündemdedir. Uluslararası hukukta, yeni kurulan devletlerin tanınmasının bir zorunluluk olmadığı çoğunluk tarafından kabul edilmektedir. Tanınmanın, devletlerin tanıma yükümlülüğünün yokluğunu haklı çıkaracak şekilde, mücadelenin henüz sona ermediği durumlarda içişlerine bir müdahale olarak değerlendirileceği ileri sürülmektedir. Tanıma zorunlu olmadıkça devletler, devlet haline gelmek için gerekli unsurlara sahip bir oluşumu erteleme veya tanımama konusunda farklı davranabilirler. Devletlerin farklı davranışları, devletlerin tanınması konusunu tanıyacak olan devletlerin siyasi kararları kapsamında kalacağı sürecedir[33].
II. TANINMAYAN DEVLETLERDE VATANDAŞLIK SORUNU
Devletlerin tanınmasıyla ilgili tartışılan iki önemli nokta var. Birincisi, devletlerin tanınmasının siyasi veya hukuki bir mesele olup olmadığıdır. İkinci nokta, devletlerin tanınmasının devletler topluluğu tarafından alınan toplu bir karar mı yoksa tek tek devletler tarafından alınan tek taraflı bir karar mı olduğudur. Uluslararası hukukta, devletlerin ve siyasetin tanınması iç içe geçmiştir. Bir oluşumu devlet olarak tanıma ya da tanımama kararlarının hukukla ilgisi olmadığı ve bu konunun uluslararası siyasetle ilgili olduğu da ileri sürülmüştür. Ancak tanıma veya tanımama, yasal etkileri ve işlevleri olan kararlardır. Konunun siyasetle ilişkisi açısından, devletlerin tanıma ile ilgili kararlarını verirken geniş bir takdir yetkisi kullandıkları söylenmelidir[34].
Tanıma kararlarında, devletler yeni oluşumu siyasi olarak ya onayladıklarını ya da onaylamadıklarını göstermektedir. Eyaletleri, gerekli kriterleri karşılayan yeni kurulmuş devletler olarak tanımak için zorlayıcı bir kural yoktur. Devlet olma koşullarını sağlamalarına rağmen, bazı oluşumlar diğer devletler tarafından bir devlet olarak tanınmamaktadır. Örneğin İsrail 1948’de bağımsız bir devlet olduğunu iddia etti ve BM’ye üye oldu, ancak BM, devletlerin ve hükümetlerin tanınması yetkisinin üye devletlere ait olduğunu, BM’ye verilen bir yetki olmadığını belirtti. Sovyet Rusya, İsrail Devletini resmen tanıdı. Büyük Britanya, İsrail’in devlet olma kriterlerini karşılayamadığını belirterek bunu tanımadı. Bu durum İsrail’in tanınmasının ne kadar çelişkili ve siyasi olduğunu ortaya koyuyor[35].
Devletler bazen tanımama kararını verirken Stimson Doktrini’ni kullanırlar. Stimson Doktrini, uluslararası hukuka aykırı olarak gerçekleştirilen durumların tanınmamasını ifade etmek için kullanılmaya başlandı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu doktrine verilen önemin arttığı görülmektedir. Bu doktrin, MC tarafından 1932’de kabul edildi; 1945 yılında, BM Antlaşması’nın ikinci maddesinin dördüncü fıkrasında güç kullanma yasağı ilkesine uygun olarak, 1970 yılında BM Genel Kurulu tarafından kabul edilen “Dostluk İlkeleri ve Devletler Arası İşbirliği Bildirgesi” ne de dahil edildi. Rodezya, Bantustan ve KKTC kararlarında ve kararında (1967), BM Güvenlik Konseyi bu doktrini özünde benimseyen ilkeyi vurguladı. Uluslararası hukuk kurallarına aykırı eylemlerle kurulduğuna inandığı bu örgütleri devlet olarak tanımamaya ve herhangi bir yardımda bulunmamaya çağrıda bulundu[36].
Tanınmayan devletler, uluslararası ilişkilerinde devlet muamelesi görmezler, uluslararası arenada çeşitli zorluklarla karşılaşırlar. Bu devletler, uluslararası tahkim ve yargı organlarına itiraz etme haklarını kullanmakta güçlük çekerler ve antlaşmalara taraf olamazlar; Yargı dokunulmazlığından yararlanamayacakları iddia ediliyor. Paris Temyiz Mahkemesinin tanınmayan devletlerin (ve hükümetlerin) yargı bağışıklığına ilişkin farklı bir karar aldığı belirtilmelidir[37].
Paris İstinaf Mahkemesi’nin tanınmayan bir devletin yargı bağışıklığına sahip olduğunu belirten mahkeme kararında, yargı (ve infaz) bağışıklığının tanınma kriterlerinden kaynaklanmadığını, bir devletin bağımsızlığı ve egemenliğinden kaynaklandığını belirtti. Mahkemeye göre, bir devletin varlığı, diğer devletlerin tanınmasından bağımsızdır. Kararda yer alan tanınmayan devlet, Vietnam Demokratik Cumhuriyeti’dir. Mahkeme, bu devletin resmi olarak Fransa tarafından tanınmadığını, ancak devlet otoritesinin içişlerinde herhangi bir itirazla karşılaşmadığını kaydetmiştir[38].
Cumhuriyet’in etkili olduğu kanıtlandı. Mahkemenin kararına göre, Vietnam Demokratik Cumhuriyeti’nin Fransa’da yargı ve yürütme dokunulmazlığı bulunuyor. Tanınmayan devletler, yokmuş gibi muamele görürler; genellikle kurumlarının ve yasalarının etkileri geçerli sayılmaz. Ancak aşağıda da ifade edileceği üzere kişilerarası konulardaki işlemlerde durumun böyle olmayabileceğini görüyoruz. Genellikle eyaletler tanımadıkları devletler tarafından verilen pasaportları kabul etmezler. Durum, fiilen yapılmış ve icra edilmiş olsalar bile, var olmayan, geçersiz veya herhangi bir şekilde bağlayıcı olmayan sözleşmeler gibidir. KKTC bir oluşum olarak var ama örneğin Birleşik Krallığa göre oluşturulmadı[39].
Uluslararası Hukuk Enstitüsü ise, bir devletin egemenlik hakkından kaynaklanan ve sınırları dışında etkili olan işlemlerin geçerliliğini, tanınamadığı için sorgulamayı uygun bulmadı. Örneğin özel hukuk ilişkisi nedeniyle açılan davada İngiliz Mahkemeleri, izlediği politikaya aykırı olarak Güney Afrika Cumhuriyeti’nin karşı iradesine bakılmaksızın kurulan Ciskei Cumhuriyeti’ni taraf olarak kabul etti[40].
Tanınmayan devletlerin kanunlarının çıkardığı kanunlar ihtilafında, eyalet mahkemelerinin tanınmayan devletlerin kanunlarını uygulama imkânının da kabul edildiği görülmektedir. Tarafların yabancı unsurlu özel hukuk sözleşmeleri için hukuk seçme özgürlüğünün, seçilen hukukun tanınmayan bir devlet hukuku olmaması şartı ile kısıtlandığı ileri sürülmektedir. Bu görüşe göre devletlerin yargı organları, yürütme organları ile paralel hareket etmelidir. Aksi takdirde yürütme organlarının devlet olarak tanımadıkları kurumlar hukukunun seçilmesi durumunda mahkemelerin bu kanunun yürürlüğe girmesine izin vermesi halinde yürütmenin tanımama politikasına aykırı bir durum ortaya çıkacaktır[41].
Tanınmanın kurucu etkisi olmadığını savunanlar, tanınmayan devletlerin egemenlikleri altında yaşayan bireylere ilişkin eylemlerini ve tanınmayan devletlerin fiili varlığını belirli konular bağlamında kabul etmenin gerekliliğini ifade etmektedirler. Örneğin tanınmayan bir devletin karasularından geçerken zararsız geçiş kuralına uyulur. Yine bazı devletler, vatandaşları tanınmayan bir devlette yaşıyorsa bu devletlerle konsolosluk ilişkileri olabilir[42].
Tanınmayan devletlerin mahkemelerinin kararları ve hükümet eylemleri, bu tür işlemler üzerindeki etkinin eşitlik, menfaat ve adalet için daha uygun olduğu durumlarda geçerli kabul edilir. Ancak, tanınmayan devletlerin doğum, ölüm ve evlilik kaydı gibi işlemleri söz konusu olduğunda, durum ulusal sistemlere göre değişiklik göstermektedir. İsviçre ve Almanya’daki mahkemelerin, bu kanunun geçerli olduğu devleti tanımasalar bile, yabancı bir ülkedeki yürürlükteki hukuk üzerinde etkisi olduğu görülmektedir. İngiliz ve Amerikan mahkemelerindeki eğilim ters yöndeydi. Ancak yaşanan gelişmeler, bu iki ülke mahkemelerinin, icra organlarının uygun görmesi halinde tanınmayan devletlerin eylemlerini etkili kabul etmesine neden olmuştur. Nitekim özel hukuklu kişilerin zarar görmesini engelleyecek bir anlayışın benimsenmesi en doğru olanıdır[43].
SONUÇ
Günümüzde ezilen insan topluluklarının kendi kaderini tayin hakkını kullanarak devlet yönetimine katılabilecekleri ve bu haklara dayalı farklılıklarını sürdürebilecekleri kabul edilmektedir. Devletin yönetiminde ve işleyişinde farklılıkları dikkate almamak ve belirli topluluklara ses vermemek, devletlerin kendi kaderini tayin hakkının iç boyutuna yönelik iddialarına neden olmaktadır. Bu iddiaların gündeme gelmesine rağmen uzlaşma sağlanamaması durumunda, kendi kaderini tayin hakkının dış boyutuna ilişkin iddialar gündeme gelmektedir. Bu durumun uluslararası barış ve istikrar açısından daha da büyük sakıncaları bulunmaktadır.
Halkların kendi kaderini tayin hakkı, bugün sömürge yönetimi altındaki halkların gündeme getirebileceği bir hak olarak karşımıza çıkıyor. Ayrıca işgal altında yaşayanlar da bu hakları kullanabilir. Dış baskıya maruz kalan insanların kendi kaderini tayin hakkını da kullanabileceklerini görüyoruz. Halkların kendi kaderini tayin hakkının iki boyutu vardır. Kendi kaderini tayin hakkının iç boyutunun uygulanacağı yöntemler henüz tam olarak açıklığa kavuşturulmamıştır. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, ülkedeki halkın siyasi sürece katılımı, özerklik gibi yöntemler akla gelen yöntemlerden bazılarıdır.
Kendi kaderini tayin hakkının dış boyutu ayrılığa işaret ediyor. Genel olarak ayrılma girişimlerinden önce ülkede yaşanan sorunlara kendi kaderini tayin hakkı iç boyutu ile çözüm bulma çabası aranmaktadır. Kendi kaderini tayin hakkının kullanılmasının amacı, demokratik ve insan haklarına saygılı bir devletin sınırları içinde yaşamaktır. Bu bağlamda, devletler açısından ayrılıkçı hareketleri önlemek için insan haklarına saygılı ve farklılıklara önem veren bir yönetim anlayışının benimsenmesi gerekmektedir.
Devlet içindeki etnik sorunlara ilişkin çıkmaz süreci, ayrılıkçı hareketlerin bir sonucu olarak bağımsızlık iddiaları doğurmaktadır. Ancak, ayrılıkçı hareketlerin bir devlet olarak ortaya çıkan yeni oluşumların yanı sıra uluslararası hukukun kuralları ve mevcut uygulamalarının tanınmasında devletlerin siyasi tutum ve çıkarlarının etkin rol oynadığı görülmektedir. Çalışmanın ana konusu, ikinci bölümde incelenen devletlerin tanınması konusudur. Bugünün pratiği bizi, henüz bir oluşumu devlet olarak tanıma yükümlülüğünün olmadığı sonucuna götürüyor. Devlet olarak tanınmak isteyen yeni varlıklar, bir halkın kendi kaderini tayin hakkına güveniyorlarsa, diğer devletler tarafından tanınmayabilir.
Sömürge yönetimi altındaki ülkelerin bağımsızlığının bir sonucu olarak ortaya çıkan yeni devletler, genellikle tanınma açısından önemli sorunlarla karşılaşmadılar. Bununla birlikte, devletlerin uluslararası hukukta tanınmasında karşılaşılan temel sorunlardan biri, belirli koşullar sağlandığında tanınmayı sağlayacak yasal kuralların olmamasıdır. Bu durum, tanıma kararında bazı siyasi faktörlerin geçerli olmasına neden olur.
KAYNAKÇA
Akipek, Serap, “Birleşmiş Milletler Örgütü Denetiminde Vesayet Altında Ülke Bulunmaması Sömürgeciliğin de Sonu Anlamına mı Geliyor?” AÜHFD, C. 50, S. 1 2001, s. 1-10.
Arzu Alibaba, “Milletlerarası Unsurlu Sözleşmelerde Hukuk Seçimi ve Sınırlandırılması,” Ankara Üniversitesi, Yayımlanmamış Doktora Tezi, 2005.
Aslan, Gündüz, Milletlerarası Hukuk, Beta Yayınları, 5. Baskı, İstanbul, 2009.
Azarkan, Ezeli, Uluslararası Hukukta Devletlerin Tanınması, Ankara, Adalet Yayınevi, 2008.
Caşın, Mesut Hakkı, Modern Uluslararası Hukukun Temel Esasları C. 1, Legal Yayıncılık, İstanbul, 2013.
Doğan, Kılınç, “Self Determinasyon İlkesinin Azınlıklar Açısından Değerlendirilmesi,”, GÜHFD, C. XII, S. 1-2 2008, s. 949-982.
Doehring, Karl Genel Devlet Kuramı, Çev. Ahmet Mumcu, 2. B., İstanbul, İnkilap Kitapevi, 2002.
Hüseynov, Fuad, Bağımsız Devletler Topluluğu’nun Oluşumunun Hukuki Boyutları, AÜHFD, C. LII, S. 4, 2003, s. 387-401.
Kalaycı, Hüseyin, Kendi Kaderini Tayinin Liberal Teorileri, Liberal Düşünce Dergisi, S. 47-48, 2007, s. 67-85.
Kütükçü, Mehmet Akif, Uluslararası Hukukta Self-Determinasyon Hakkı ve Türk Cumhuriyetleri, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S. 12, 2003, s.262.
Pazarcı, Hüseyin, Uluslararası Hukuk Dersleri Cilt–3, Turhan Kitabevi, Ankara, 2004.
Pazarcı, Hüseyin, Uluslararası Hukuk, Turhan Kitabevi, 9. Baskı, Ankara, 2010.
Tezcan Durmuş, İnsan Hakları, Seçkin Yayıncılık, 4. Baskı, Ankara, 2011.
[1] Doehring, Karl Genel Devlet Kuramı, Çev. Ahmet Mumcu, 2. B., İstanbul, İnkilap Kitapevi, 2002.
[2] Doehring, 2002.
[3] Kütükçü, Mehmet Akif, Uluslararası Hukukta Self-Determinasyon Hakkı ve Türk Cumhuriyetleri, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, S. 12, 2003, s.262.
[4] Kütükçü, 2003.
[5] Tezcan Durmuş, İnsan Hakları, Seçkin Yayıncılık, 4. Baskı, Ankara, 2011.
[6] Tezcan 2011.
[7] Kalaycı, Hüseyin, Kendi Kaderini Tayinin Liberal Teorileri, Liberal Düşünce Dergisi, S. 47-48, 2007, s. 67-85.
[8] Kalaycı, 2007.
[9] Doğan, Kılınç, “Self Determinasyon İlkesinin Azınlıklar Açısından Değerlendirilmesi,”, GÜHFD, C. XII, S. 1-2 2008, s. 949-982.
[10] Doğan, 2008.
[11] Doğan, 2008.
[12] Arzu Alibaba, “Milletlerarası Unsurlu Sözleşmelerde Hukuk Seçimi ve Sınırlandırılması,” Ankara Üniversitesi, Yayımlanmamış Doktora Tezi, 2005.
[13] Arzu, 2005.
[14] Arzu, 2005.
[15] Hüseynov, Fuad, Bağımsız Devletler Topluluğu’nun Oluşumunun Hukuki Boyutları, AÜHFD, C. LII, S. 4, 2003, s. 387-401.
[16] Hüseynov, 2003.
[17] Hüseynov, 2003.
[18] Azarkan, Ezeli, Uluslararası Hukukta Devletlerin Tanınması, Ankara, Adalet Yayınevi, 2008.
[19] Azarkan, 2008.
[20] Aslan, Gündüz, Milletlerarası Hukuk, Beta Yayınları, 5. Baskı, İstanbul, 2009.
[21] Aslan, 2009.
[22] Pazarcı, Hüseyin, Uluslararası Hukuk, Turhan Kitabevi, 9. Baskı, Ankara, 2010.
[23] Pazarcı, 2010.
[24] Doğan, 2008.
[25] Doğan, 2008.
[26] Azarkan, 2008.
[27] Arzu, 2005.
[28] Akipek, Serap, “Birleşmiş Milletler Örgütü Denetiminde Vesayet Altında Ülke Bulunmaması Sömürgeciliğin de Sonu Anlamına mı Geliyor?” AÜHFD, C. 50, S. 1 2001, s. 1-10.
[29] Akipek, 2001.
[30] Pazarcı, 2010.
[31] Pazarcı, 2010.
[32] Doğan, 2008.
[33] Arzu, 2005.
[34] Azarkan, 2008.
[35] Azarkan, 2008.
[36] Doehring, 2002.
[37] Hüseynov, 2003.
[38] Doehring, 2002.
[39] Caşın, Mesut Hakkı, Modern Uluslararası Hukukun Temel Esasları C. 1, Legal Yayıncılık, İstanbul, 2013.
[40] Caşın, 2013.
[41] Arzu, 2005.
[42] Akipek, 2001.
[43] Pazarcı, Hüseyin, Uluslararası Hukuk Dersleri Cilt–3, Turhan Kitabevi, Ankara, 2004.